Sene 2002. Ataşehir barınak gönüllüsüyken bir dönem birlikte de gidip geldiğim can dostum Elif Ongan’la öğle yemeğinde buluşmuştuk. Kozyatağı Carrefour’a doğru dönerken bir anda önümüze karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yavru köpek çıktı. En fazla 3 aylık, her tarafını uyuz sarmış bir bebekti.

Elif’le birbirimize baktık. Biliyorduk ki bırakırsak ölecek. Uyuz, tedavisi çok basit bir hastalıktır aslında ama tedavi edilmezse de acılar içinde öldürür.

“Alalım!” dedik aynı anda.

Apar topar indik arabadan. O zaman satışta çalışıyordum, bagajda numunelerim vardı. Bir koliyi boşalttım ve içine koyduk cüceyi.

Arabaya bindik ve yine birbirimize baktık.

“Barınağa mı, kliniğe mi?” dedik.

Ataşehir barınağı ile Ataşehir içindeki özel klinik aynı mesafedeydi. Ataşehir barınağı demek vicdanımızı rahatlatmak demekti, hiç para harcamadan üstelik. Ama biliyorduk ki barınağa giderse ya gençlik ya kanlı ishalden ölecek. “Güya” kurtarmış olacaktık. Sahte bir kurtarış, sadece vicdan rahatlatış…

“Kliniğe! Paylaşırız masraflarını. Toparlayınca sahiplendiririz” dedik yine aynı anda. Ve bıraktık bücürü.

Düşüncemiz bir hafta – 10 gün sonra alıp sahiplendirmekti aslında. Ama düşündüğümüz gibi olmadı. Elif tatile çıktı, orada annesini kaybetti, gelişi gecikti. Cücenin klinik macerası üç haftayı buldu.

İşyerim o zaman Kurtköy’deydi. Bahçeli evi olan bir iş arkadaşım olan Birol’dan geçici olarak evine almasını rica ettim. Fotoğraf çekip sahiplendirecektik. Kabul etti.

Bücürü bulduğumuzun tam 21.günü Elif onu fabrikaya getirdi. Öğleden sonra saat 14.00 gibi. Genç, güzel bir kıza dönüşmüştü. Aşırı utangaçtı. Ama tüyleri pırıl pırıldı. Laf aramızda biraz da çirkindi. Bir de dişi. Dedim ki Elif’e:

“İnşallah yuva buluruz buna!”

Güldük hatta.

Pazartesi günü ofise gittim ve hemen toplantılar için çıktım. Birol’u toplantı çıkışı aradım.

“Birolcum, sabah soramadan çıktım. Napıyor bizim kız?”

“Özgün Hanım, sormayın, ben de sizi arayacaktım ama…”

“Ne oldu Birol? Kötü bir şey mi var?”

“Şey…Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum”.

Ben arka arkaya sormaya başladım:

“Birol noldu? Yoksa kaçtı mı? Araba mı çarptı? Noldu?”

“Özgün hn, siz cumartesi çıktıktan sonra onu bizim diğer köpeklerin yanına bağlamak istemedim. Büyükler, zarar verirler diye. 16:00’da da vardiyam bitiyordu. 2 saat bir şey kalmıştı. Deponun kapısına bağladım. Biliyorsunuz yağmur vardı. Bizim fabrikanın yanındaki elektrik direğine yıldırım düştü. Direk devrildi. Kablolar kopmuş. Ben iş bitiminde deponun kapısına çıktığımda onu simsiyah, kömür olmuş buldum. Patilerinin altı patlamıştı. Kablolar onun olduğu yere gelmiş sadece…Çok üzgünüm Özgün Hanım”.

Şoktaydım.

21.gün…

Bilirsiniz tüm öğretilerde geçer bu 21 gün. Hatta NLP’de bile.

Ve güzel, utangaç kızımız gitmişti…

Birden anladım. Biz sadece “vesile”ydik bizden daha öte bir plana.

Anladım ki biz “Tanrı” değildik.

Anladım ki O, ne isterse o oluyordu.

Anladım ki kurtara kurtara, barınağa gide gele “Tanrı” rolü biçmiştim kendime içten içe.

Anladım ki egom şişmişti, fark ettirmeden bana bile.

Anladım ki kendime gelmeliydim, kimseyi “barınağa gelmiyor” diye eleştirmemeli, kendimi “barınak gönüllüsü” olduğum için kimseden üstün görmemeliydim.

Barınak gönüllüsü demek onlarla göz göze gelen demektir.

Barınak gönüllüsü demek acılarına şahit olan, çare olmaya çalışan demektir.

Barınak gönüllüsü demek devamlı didinmek, devamlı yeni çareler üretmek, çaresizliği yaşamak demektir.

Barınak gönüllüsü demek “hayat kurtarmak” ama bunu yaparken de “gözlerindeki teşekkürü görmek” demektir.

Bu kadar çok “kurtarıcı” olunca farkında olmadan “vesile olduğunu” unutur insan…

Aslında sadece birer vesile olduğumuzu unuttuğumuzda ise Tanrı bizi öyle bir duvara toslatır ki…

Özgün Öztürk (Her Şey Bitti, Sıra İtlere Geldi / Kitap)